KAYABEYİ

1_ Kitabın ismi: Kayabeyi
2_Yazarı: Süleyman BULUT
3_Yayınevi: Can Çocuk Yayınları
4_ Resimleyen: Mustafa Delioğlu
5_Türü: Modern masal
6_Yaş grubu: 9+
7_Basım yılı: Nisan 2008
MOR DAĞ GÜLÜ VE KAYABEYİ
“Yeşilyurt”un Masalı

Kitabı Tanıtan: Bilgin Adalı
“Masal Yazmak”başlıklı yazımı bitirirken şöyle demiştim:
“Eski bir masalın olay örgüsünü, motiflerini ve kişilerini kullanarak yeni gibi görünen bir masal uydurmak kolay. Zor olan, gelenekten gelen masalsı motifleri kullanarak çağımıza uygun, yepyeni bir masal yaratmak. Nasrettin Hoca’yı, örneğin bir Kenan Evren’le, bir Recep Tayip Erdoğan’la karşı karşıya getirerek yeni bir masal yaratmak. Daha zor olanı ise, benzeri masalsı motiflerden yola çıkarak yepyeni karakterlerle yepyeni bir masal dünyası yaratıp günümüzün “feodal” dünyasını eleştirebilmek…
Tıpkı Süleyman Bulut’un “Kayabeyi”kitabında yaptığı gibi… Süleyman Bulut’un bu kitabını bir başka yazıda ele alacağımı belirtmiştim. Bu yazı, işte o yazı…

Kayabeyi, yaşlı bir dağ keçisidir. Sürüsüyle (yazarın deyimiyle, “obasıyla”) birlikte, dağlık bir yörede, Çataktepe’de yaşar. Gözleri hep uzaklardadır. Çok uzaklarda olan bir şeyi, henüz bir çebiçken (keçi yavrularına oğlak ya da yerel ağızlarda çebiç denir, kitapta keçi yavruları yazarın anlatımında oğlak, masal kahramanlarının anlatımında çebiç olarak geçer), sürüsü bu sarp tepelere göçmezden önce yaşadığı ve anılarında tüm canlılığıyla duran ormanlık, yemyeşil yurdunu görmeye çalışır. En çok özlediği şey, doğanın öteki canlılarıyla, hayvanlarıyla birlikte oldukları Yeşilyurt’taki yaşamdır. Yeşilyurt özlemi bir karasevda gibi yakmaktadır yüreğini Kayabeyi’nin.
Önemli bir görevi vardır Kayabeyi’nin: Sürünün çebiçlerine kılavuzluk etmek, kimsenin ondan daha iyi bilmediği şeyleri öğretmektir. Bir gün, böyle bir kılavuzluk sırasında bir kaza geçirir.
Kayabeyi bu kazayı ucuz atlatır ama, çebiçleri, bir anlamda kendilerini kanıtlama çabası içinde, sonuçları çok tehlikeli olabilecek işler yapmaya, obaya geç dönüp herkesi meraklandırmaya başlarlar.
Onları bu tehlikeli serüvenlerden uzaklaştırmak için, Binbir Gece Masalları’nda Şehrazat’ın uyguladığına benzer bir yönteme başvurur Kayabeyi. Onlara her gece, en heyecanlı yerinde bitireceği bir masal anlatacak, gerisini ertesi güne saklayacaktır. Böylece çebiçlerin obaya erken dönmelerini sağlayacaktır.
Tüm masalda, geleneksel masallardan alıntı olarak nitelendirebileceğimiz tek yer bu yöntemdir. Bunu, altını çizerek belirtmek istiyorum. Yöntem işe yarar. Çebiçler masal saatini kaçırmamak için obaya zamanında dönmeye başlarlar. Okuyucu da, masal içinde bir masal okuma olanağı bulur.
Kayabeyi’nin anlattığı öykü ya da masal, kendi çocukluğunun geçtiği Yeşilyurt’la ilgilidir. O kadar güzel anlatır ki Yeşilyurt’u, çebiçler sonunda bu masal ülkesini bulmak üzere yola çıkarlar.
Ne bulup ne bulmadıklarını anlatacak değilim. Kitabı merak edenler okusunlar. Demek istediğim başka şeyler var...



Günümüzde masal yazmak

Masal yazmak, düşsel bir evren yaratmak demektir. Kişileri, olayları, çevresi, yaşanan her şeyiyle… Sözlü geleneğin, dilden dile aktarılarak günümüze gelen geleneksel masalları, “geleneksel yazın arkeologları”nın çabalarıyla yazıya aktarılmış, günümüz yazılı kültürüne katılmıştır. Everensel kültürde, “Binbir Gece Masalları”ndan “Grimm” ya da “Andersen” masalları olarak adlandırılan ve çeşitli kültürlerin henüz yazıya aktarılmamış binlerce, belki de milyonlarca masalına kadar inanılmaz bir hazine bulunmaktadır. Bizde bu arkeoloji çalışmasına Boratav, Eflatun Cem Güney, vb. yazarlar büyük katkılarda bulunmuşlardır
Masal yazarının iki seçeneği vardır: Ya bu masallarda anlatılan kişileri, olayları bozuk para yapıp onların sırtından geçinerek yeni şeyler üretiyor görünümü altında, masal geleneğinin sayısız ürününün kötü kopyalarını yazmak, ya da yepyeni masal kişileri, masal ortamları ve masal kahramanları üretmek…
Bizde son sıralar yapılan bozuk paracılık. Keloğlan, Nasrettin, Karagöz… Bozdur bozdur harca. Eskileri yeniden yaz, yazılmışlara küçük çalımlar at, değişik bir şeymiş gibi çıkar ortaya… Hele bir de başına, eveleme gevelemeden öteye gitmeyen bir “tekerleme” ekledin mi, yeme de yanına yat. Yazan razı, yayınlayan razı.
Alıp okuyan razı olmasın da ne eylesin? (Acep öyle mi?)
Süleyman Bulut’un Kayabeyi işte tam bu noktada ayrılıyor sürüden. Derlemesi, aşırması, tekerlemesi, evelemesi, gevelemesi yok. Keloğlan’ı, İbiş’i Memiş’i yok. Günümüz çevre sorunlarına, yepyeni bir masal evreninden göndermeler yapıyor. Didaktik olmadan, kısa ve kesin bir gönderme…
Bulut, düşsel bir orman yaşamı kuruyor. Her türden hayvanın özgürce yaşadığı güzel bir orman, Yeşilyurt. Kendi içinde dengeli, yasaları, kuralları olan bir yaşam düzeni vardır bu ormanda. Sonra bir gün, ağaçları deviren ucu keskin demirli sopaları ve gümgüm soplarıyla, iki ayak üstünde yürüyen yabanlar gelir ormana. Tüm düzen bozuluverir… Yabanlar bir süre sonra “Aslan, kaplan gidecek, Yeşilyurt kurtulacak!” diye afişlerle aslan ve kaplanı kovmuşlar ormandan. Kimse sesini çıkarmamış buna. Elbette sonra sıra öteki hayvanlara gelmiş teker teker.
Okurken, Nazi Almanya’sından bir öykü geldi aklıma. Üniversitedeki bilim adamları teker teker toplanıp kamplara gönderilirken, “Nasılsa bana dokunmazlar” diye hiç sesini çıkarmayan önemli bilim adamı. Sıra ona geldiğinde, ortalıkta ses çıkaracak kimse kalmamış zaten.
Bu öyküdeki gibi, sıra keçilere geldiğinde, ormanda itiraz edebilecek kimse kalmamıştır zaten.
Kayabeyi, çebiçlerine Yeşilyurt’un öykülerini anlatarak onların meraklarını kamçılamış olur. Onlar da, dedelerinin anlattığı Yeşilyurt’u bulmaya giderler.
Buldukları Yeşilyurt, “elli keçi bacağı kalınlığında”, “uçurum kadar yüksek” ağaçlardan oluşan bir orman değildir ama. Ağaçları köşeli bir ormandır. Öncesini ve sonrasını kitaptan okuyun…

Masalın güzelliklerinden birkaç örnek vermek istiyorum.
Keçilerin adları: Tekeç Dede, Kayabeyi, Tekili, Maltız, Karayel… Kozak, Pıtır, Çotuk, Cangıl, Tomur da çebiçlerin adları. Her ad, o keçiyle ilgili bilgiler içeriyor, kişilik özelliklerini çağrıştırıyor okuyucuda. Üstelik hepsi de masalsı adlar. Öteki hayvan adları da öyle: Acar Aslan, Beyaz Diş, Kaplan Atik, Dişlek Tavşan, Topak Ayı, Oklu Kirpi, Cin Tilki...
Siz hiç “mor dağ gülü” gördünüz mü? Ya da Aygörmez uçurumunu?
Tüfek değil, “gümgüm sopa”, insan değil, “iki ayak üstünde yürüyen yaban”… Süleyman Bulut’un kişi ve mekânlara verdiği adlar bile küçük bir araştırma konusu olabilir.
Bunlar dünyaya insan gözüyle, insan kavrayışıyla değil, hayvan gözüyle bakmanın göstergeleri. Masacılığın en önemli öğelerinden biri belki de bu: Kurduğun evrene, o evrendeki kişilerin gözüyle bakabilmek.

Sanırım, “fantastik” diye nitelendirdiğimiz “masal” kitapları, bunlardaki yeni masal kişileri, masal ortamları ve masal kahramanları, görsel masal anlatısına bir tepki olarak doğdu. Görsel masal anlatısı, Walt Disney’in başlattığı, masalların çizgi filmleri. Bu bir saptama değil sezgi. Yanlış da olabilir. Sonuçta, iki uçlu bir kazanç çıktı ortaya: Okuyucu, yeni masal evrenleriyle karşılaştı -üstelik pek de sevdi-, sinema endüstrisi ise, görselliğe aktaracak yepyeni malzemeler buldu. Bence iyi de oldu. Bir etkileşim doğdu. Kitabı okuyan filmini izlemeye koştu, filmi izleyen, gidip kitabını aldı okudu. İlginç bir etkileşim süreci yaşandı. Bu sayede, geçtiğimiz yüzyılın başlarında yayınlanmış “Yüzüklerin Efendisi - Lord of the Rings” bile yeniden günışığına çıkıverdi.
Demek ki çocuk ve genç okuyucu, çiğnenmiş sakızları istemiyor. Yeni tatlar, yeni kokular arıyor.
Bir an düşündüm de… Kayabeyi’nden öyle güzel bir çizgi film üretilebilir ki, büyükler bile bayılarak izler. Bizde bu tür kitapları görselleştirebilecek güçte bir sinema endüstrisi olabilseydi keşke…
Peki, Kayabeyi Harry Potter’ın başarısına ulaşabilir mi? Hayır. Bu kitap bence bir başlangıç. Süleyman Bulut’un daha sonra yazacaklarına ilişkin bir ipucu. Ama sanırım, Türk çocuk yazınında en azından şimdilik bir doruk noktası.
Süleyman Bulut’un bundan sonra yazacağı kitapları merakla bekleyeceğim… Kayabeyi’nin devamını yazar mı yazmaz mı bilemiyorum ama, keşke yazsa diyorum.

Yazacaklarım bitti de, bitemedi…

Bu kitap, resimsiz de yayınlanabilirdi. Resimli yayınlanmış. Resimleyen, Mustafa Delioğlu. Delioğlu, kapak resmiyle olsun, kitabın içinde yer alan resimleriyle olsun, ayrı bir tat katmış kitaba. Kitabı okuyup bitirdikten sonra, iki kez, sayfa sayfa çevirip resimlere baktım. Delioğlu, kitap resimlemede en büyük ustalarımızdan birisi. Benim kitaplarımın da çoğunda, resimleyen olarak onun imzası var. Bu beni gerçekten onurlandırıyor…
Daha kapağa bakarken çıkıyor ortaya Kayabeyi’nin kişiliği.
Bence her biri, kıyabilirseniz, kitaptan koparılıp çerçevelenerek duvara asılacak resimler.
Doğrusu bu kitaba çizdiklerini kıskandım Delioğlu’nun. Çetin Öner’in “Dünyanın Bütün Kedileri” için yaptığı kedi resimlerini de aynen böyle kıskanmıştım. Süleyman Bulut’un “Kayabeyi”ni kıskandığım gibi.
Kıskançlık, yazarın doğasında var. “İyi”yi görünce, “daha iyi”yi yazmaya çabalar. Kendini bile kıskanır. Kendi “iyi”sini aşmaya çabalar.
Kıskançlık, iyi bir yazarın en büyük kusuru (yoksa erdemi mi) bence.
Metin olarak Kayabeyi de, Delioğlu’nun resimleri de inanılmaz bir kıskançlık duygusu yarattı bende.
Keşke bu duyguyu başka yazarlarımız ve çizerlerimiz de paylaşsa. Endüstriyel bir üretim yapar gibi değil de, birbirimizle yarışır gibi yazsak ve çizsek hepimiz.

0 yorum: